Madenci Mahallesinde Selvi Hanım vardır. Bütün mahalleli hatta tekmil vilayet tanır onu.
Selvi Hanım o taraflardaki bütün hovardaların hararetini söndüren, testosteron sahibi bilumum erkeğin başını döndüren namlı bir kadındır.
Nerden baksan 50 yaşına gelmiş; otuz seneden fazladır da yüzlerce delikanlının acemiliğini üstünden attırmış; her birine bilmediği şeyleri tattırmış; biraz dominant, biraz işveli, biraz politik ama fukarayı gözeten, mahlûkata karşı merhametli bir insandır.
İnsancıl ve hayırsever yapısı, politikayı bilmesi, suya sabuna dokunan kimselerde bıraktığı saygı sebebiyle de adı konulmamış bir dokunulmazlığı vardır.
Kocasından kuşkulanan bir kısım kadınlarla, sırrımı açar diye korkan bir kısım korkak hovardaların dışında herkes onu belli etmese de kalben sever…
Yaşı kemale eren Selvi Hanım, yılların üstündeki tortuyu, pişmanlığı, mazbut bir yaşama; bir de tadamadığı aile, evlilik, huzur gibi kavramların hayatında olmayışına hayıflanıp tövbe eder. Artık bu işlerden elini eteğini çekmeye ahdeder ve hayatında köklü bir arınmaya karar verir.
Zaten kalbi temiz, niyeti güzel, sadece kaderin rüzgârına karşı koyamadığından bu tarz bir yaşama maruz kalmış olduğundan, iç hazırlığı fazlasıyla vardır bu değişime. Bunun için sadece günlük yaşantısını değiştirmesi, çevresini tekrar düzenlemesi kâfi gelecektir.
Yeteri kadar dünyalığı da toplamış bulunan Selvi Hanım biraz da ihtiyarlık alameti selülitler, veremediği kilolar, gözünün kenarlarında park etmiş kaz ayaklarının da etkisiyle tövbekâr olup mazbut kadın olmakta karar kılar.
Son otuzbeşliğini de içmiş, evine erkek almaz, oyun havası kasetleri çalmaz olmuştur. Yolda, kaldırımda selam veren erkeklere yüz surat vermemiş, bir zamanlar kader birliği yaptığı lümpen zevata da mesafe koymuştur.
Kendini unutturmak için de Maden Mahallesinden taşınmış, yeni yapılan kooperatif evlerinden birine yerleşmiştir.
Hem halkın gözünde hem de Hakk'ın gözünde tam bir arınma tam bir aydınlanma yaşamak için de tüm samimi ve saf niyetiyle ilçe müftülüğüne müracaat eder. İlk kafileyle kutsal topraklara gidip yirmi gün Umre ziyaretinde bulunur.
Alışılageldiği üzere kasabada Umre, yahut Hac ziyaretinden dönüşte hacılığın hayırlı olsun, rabbim yolculuğunu kabul etsin nev’inden kısa ziyaretler yapılır. Kutsal topraklardan her gelen kişi gibi Selvi Hanım da bunu bildiğinden ziyaretler için tedarikli gelmiştir, ki misafirlerine oradan getirdiği hediyeleri takdim etsin.
İşte herkesin bildiği gibi hurma, zemzem, tespih, çakı, çakmak, ayna, tarak, seccade, takke türünden hediyelerini misafirlerini sunacaktır.
Selvi Hanım da kutsal vazifesinden döndüğünün ertesi günü misafir odasının sehpasının üzerine bir kocaman kâse hurma, bir şişe gül suyu, zemzem fincanı takımını tam tekmil yerleştirir, mübareklemeye gelecek konuklarını beklemeye koyulur.
İlk gün, sağ olsunlar üst komşu, alt komşu, karşı komşular, kimi münferit kimi topluca ziyaret ederler Selvi Hanım'ı. Selvi Hanım duygulanır. Konuklarına hurma, gül suyu ikram eder. Yaşlılara hacı miski sürer. Gençlere gümüş yüzük armağan eder…
Uçakla gidişinden kaldığı otele, kafiledeki arkadaşlarla yarenliğinden Araplara, tavaftan gece namazlarına, okuduğu Kur'anlardan nurlu uykularına değin ne gördüyse, ne yaptıysa, gönlüne ne doğduysa çocuk saflığında anlatır. Konuklardan daha önce gidenler de Selvi Hanım'ı hem sınava çeker gibi hem de sohbetin baş koltuğuna oturur gibi dinlerler, anlatılanlara ilavelerde bulunurlar, hoşnut olur, hoşnut edilir, hoşnut ayrılırlar.
Ertesi gün müftü, cami imamı, esnaftan hacı amcalar ziyarete gelirler. Müftü Bey de gayet nazik, nüktedan bir zât olduğundan sohbeti eline alır; güzel misallerle, hadislerle, kıssalarla, takdirlerle iltifatlarla Selvi Hanım'ı onurlandırır.
Bu şekilde misafirlerin gelmesinin yine muhtemel olduğu günlerden birinde eski mahalledeki eski kulağı kesiklerden, torun tombalak sahibi emekli iki tanıdık, gayet samimi niyetlerle biraz çekingen, biraz sabırsız kapısını çalarlar Selvi Hanım'ın. Selvi Hanım gelenleri tanıdığından, iyi niyetlerini de bildiğinden buyur eder evine.
Ama o da ne, konuklar bismillah deyip içerideki koltuğa oturur oturmaz kapı çalar. Bir minibüs dolusu kadın belirir kapı önünde. Pencereden, gelenleri gören Selvi Hanım içerideki erkek misafirlerin gelişinin kötüye yorulacağını düşündüğünden korkar ve vaziyeti bildirip kendilerini küçük odaya hapseder.
Onlar da gönüllüce Selvi Hanım'a hak verip girerler odaya. Çıtlarını çıkarmazlar.
Selvi Hanım misafirlerini buyur eder salonuna. Misafir çok olunca ağırlaması, hal hatır faslı, ikramlar falan uzun sürer. Odada bir saati aşkındır hırsız titizliğinde bir sessizlikle bekleyen adamlardan biri uyuyakalır, biri de halini garipseyip düşüncelere dalar.
Kendi kendine içinden, "Yarabbim, sen nelere kadirsin, ne niyetle baktığımız insan ne niyetlerle nerelere gitti geldi de, bir zamanlar şehvetle ve neredeyse göre göstere girdiğimiz kapıdan bu sefer haşyetle girdik ama hırsız gibi pustuk kaldık buralarda. Bu neyin delaletidir böyle? Görünmeden, bilinmeden, rezil olmadan, boş yere ev sahibini töhmete sokmadan çıkaydık şu evden.” deyip hem soğuk soğuk terler hem de ılık ılık ağlar zavallı.
Bu arada misafir kadınlardan birinin çocuğu da Selvi Hanım'ın evinde kendi kendine gezinip koridorlarda dolaşırken bizim iki kafadarın odasına teklifsiz, izinsiz, gayri ihtiyarî giriverir. Girer girmez biri uykuda, biri uyanık; biri horlayan, biri ağlayan iki ihtiyar görünce suspus olur korkusundan ve bir şey diyemeden ürküp geri kaçar.
Çocuk, bu iki kartalozun orada sessiz, saftirik duruşuna çocukça dimağıyla anlam veremeyip bu manzaradan ürktüğünden meseleyi açık etmez ve kadınların arasına bir köşeye oturur.
Tehlike de böylece bertaraf olur tabiatıyla.
Derken misafirler topluca müsaade isterler. Selvi Hanım da kendilerini kapıdan uğurlar. Kapıyı örttüğü gibi doğruca kapalı odanın kapısını açar. Kapıyı açmasıyla bir saattir mahpuslukta durumunu, nefsini muhasebeye çeken bizimki de halinin acıklılığını garipseyip avuçlarını öper Selvi Hanım'ın. “Hanım hanım burada mezar hayatı gibiydi her anım/ Bi tarafım bu arkadaş gibi uyukladı da /Ağladı, tövbe etti diğer yanım. Halkın önünde masumken bile rezilliğimiz, ne çetinken Hakk’ın önünde suçluyken rezilliğimiz nicedir.” deyip yanındaki arkadaşını da uyandırır.
Arkadaşı bir şeyden habersiz sendeleyerek uyku mahmuru, bizimki de gözyaşlarını sile sile ister desturu.
Desturu alan kartalozlar, Selvi Hanım'ın verdiği hurma ağızlarında sıvışırlar oradan.
Selvi ağaçları güzeldir de, yüzleşmekten korktuğumuz ölüme şahitlik eden mekânların karakteristik ağacı olduğundan sevsek de yanı başımızda istemeyiz pek. Mezarlıklara layık görürüz en fazla.
Selvi Hanım da ismiyle müsemma tıpkı selvi ağaçları gibi hep periferide; lümpen ve varoş bir gerçekliğin içinde hapsolmuştur. Yaşantısında hayatın ve insanların her kesimine dokunmuş biri olsa bile, aynen mezarlıklardaki selvi ağaçları gibi hep perde arkasına lâyık görülmüştür.
Adem evlâdı da görülmesini istemediği ikircikli ve sahte yaşamında perde arkasına ittiği yaşamları ve kişilikleri o yaşam ve kişiliklerin marazasından ziyade kendinde mevcut ve yer yer bir cerahat olarak akan kendi marazalarını örtmek gayesiyle sotelemiştir. Yine aynen mezarlıklardaki selvi ağacı, Maden Mahallesinde Selvi Hanım gibi…
Selvi Hanım özelinden yola çıkıp bir genelleme yapacak olursak; gizleyen, gizlenmeye gizlenenden daha muhtaçtır; kalabalığın sahte orkestrasında…