"Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler, çocuklar, mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler"
Gülten Akın
Dilimizdeki tat reseptörleri önden arkaya doğru tatlı, ekşi, tuzlu ve acı olmak üzere temel dizilimlere sahiptirler ve yine bu tatların arasına çadırlarını kurmuş daha ara, majör, bemol, minör tat reseptörleri de vardır elbet.
İnsan bu damak tadı denen duyguyu ilk keşfinde yani çocukluk çağında en fazla dilinin ucundaki tat algılayıcılarından tatlı olana aşinadır, hatta tatlı olana müpteladır. Çocukların günlük hayatta çikolata, şekerleme, dondurma ilgisi bunu kolaylıkla ispat eder zaten.
Müptelalık başka seçeneklere kapının kapandığı tüm algılarımızın sadece bir noktaya ısrarlı bir şekilde yöneldiği yerde başlar mı başlar.
Çocuğun müptelalığı ise tabiata gözlerini yeni açmış olmanın verdiği çaylaklığın eseridir ki bu genel geçer bir durumdur. Neyse müptelalık mevzuunu burada noktalayalım ki konumuza yer açılsın.
Farklı tatlara, farklı seslere, farklı kokulara olan ilgimiz fizyolojik olarak kendimizi tanıma ve haz duygumuzun gelişme sürecinin bir uzantısıdır.
Fayda zarar bağlamında olduğu kadar haz bağlamı da insanın tabiatı tanımasını hızlandıran bir etkiye sahiptir. Ateşe ısınmaya imkan verecek uzaklıkta yaklaşmak daha ilerisinin yanma noktası olduğunu bilmek; yeme, içme, gülme, ağlama gibi eylemlerimiz hep bir tecrübe sonucu olgunlaşan ve bir karaktere dönüşen eylemlerdir.
İnsan evladı yaşam içinde değişe - gelişe bir kıvam alır ve bugünkünden bir öncesi zevkler ona göre artık avam kalır.
Daha spesifik tatlar, daha tinsel duyuşlar biyolojik hazlarını daha seçici ve majör, bemol, minör perdelerde gezdirirken dünyaya ve ahkama dair düşünce ve estetik yargılarında da daha incelikli ve nüanslarla ayırt edilen bir seviyeye çıkarır.
İnsanın kendini hep bir arayış ve hep bir öğrenme-pişme sürecinin içinde tutması onun gayreti ve yaşam disipliniyle mümkün olan bir serüvendir ki genelimiz belli bir süreci geçirdikten sonra gelişmeye dönük merak ve çabamızı sonlandırıp o noktaya kadar doldurduğumuz heybemizdeki öteberiyle iktifa edecek sinmişliğe kapılırız.
Farklı renkler, farklı bakış açıları, farklı pencereler bizi yoracağı için aman sendecilik korosuna yazılırız. Zevklerimizin yani dolayısıyla zevklerimizin açtığı ışıkla aydınlanan kişiliğimizin bayağılaşmasına ses çıkarmayız. Zevk işi disiplin işidir. Zevkini incelten kişi o zevkin müptelalıktaki gibi kölesi değil efendisi olmuştur...
İnsan bir önceki konumunda sahip olduğu seviyenin öngördüğü zevklerini hayat klavyesinin perdelerinde geze geze, bozuk akorlarla duymadığı, bilmediği nüansları araya araya estetik çıtasını bayağılıktan kurtarır.
Medeniyet denen şehirli yaşamın daha çok aksettirdiği toplum yaşamında cemaat aidiyetinin kapsayamayacağı büyüklükte insan popülasyonu vardır ve insan orda belli davranış kalıplarıyla asgari bir uyumu gözetir. Bu durumun hayatiyeti toplumsal barış ve ahenginde hayatiyetine koşuttur ki her şehir sakini bu ahengin sıhhatini gözeten tutumları takınır.
İşte böyle bir şehir yaşamında bir arada yaşamayı sağlayarak asgari sosyal müştereklerden artakalan biricikliği içinde insan kendini kendileştirmek için kendini kitleden ayrıştırmaya, özgünleştirmeye matuf majör, bemol ve minör tat reseptörlerini keşfedip estetik dünyasında onlarla amel etmeye yeltenir ki bu kaybolmamasının, biricikliğini korumasının reçetesidir.
Nisan ayı uğur, Ramazan ayı hayır getirsin hepimize.