Kırsalda bakkal dükkanları daha bir renkli olur.
Hem bakkal, hem hırdavatçı, hem züccaciye, hem mefruşatçı, hem eczane artık ne derseniz deyin.
Şehre gitmenin güç oluşu kırsaldaki bakkala her ihtiyaçtan iyi kötü bulundurma mecburiyeti getirmiştir.
Çocukluğumda dedemin bakkal dükkanı vardı. Evinin ufak betondan avlusunda bir odada hizmet veriyordu. Kâr odaklı olmaktan ziyade alışkanlıktan ileri gelen bir meşguliyetti dedemin yaptığı. Zaten kâr odaklılık tabiri o zamanlar vardıysa da bizim köye gelmemişti belki de.
Tevellüdümün yetmediği eski zamanlardan çocukluğumun geç dönemlerine kadar benim dedem de köyümüzdeki birkaç bakkaldan biriydi. Görece olarak diğer köylerden daha gelişmiş olan köyümüzde diğer köylere nazaran daha çok bakkal dükkanı vesair zanaatçı mevcuttu.
Dedemin bakkalı da yukarıda bahsettiğim her şeyi bulundurma örneğinin bir numunesiydi. Aklımda kalan ve hatırıma gelmeyip de annemin anlattıklarından da yola çıkarak satılan malları sayacak olursam: un, yağ, şeker, çay, makarna, bakliyat, leblebi, lamba şişesi, lamba fitili, naylon huni, pabuç boyası, lüküs gömleği, ispirto, kibrit, jilet, gripin, aspirin, opon, vicks, yalancı meme, kuzu emziği, cep sodası, tespih ipi, kındap, dikiş iğnesi, kafur, çakmak taşı, gaz yağı, klorak, mintax, gazoz, el feneri, don kemeri diye uzar gider bu liste…
Dedemin bakkalda sattığı malların envanterini dökmek değil niyetim ama birbirinden farklı ama bu ürünlerin her biri lüksten uzak ve yalnızca temel tüketime hitap eden nitelikteydi.
Elbette arasında bir çocuğun ilgisini çekecek olanlar da vardı. Bunlar az da olsa bir çocuğun cezbe dünyasını harekete geçirecek birtakım bisküviler, krakerler, gofretler vesaireydi.
Bunların yanında gofretten, bisküviden görece daha ucuz ve gösterişsiz, o dönemin piyasa ve rağbet dünyasında kendine yer bulabilen, küçük bir poşetin içinde oraletle pipeti ve suyla doldurulduğunda portakallı meşrubat olarak tüketilmeye hazır bir mamul vardı.
Yine o türden sayabileceğimiz bir de ağzı kapalı kağıt bardak içinde satılan leblebi tozu vardı ki hem ucuz hem lezzetli hem de eğlenceli bir yiyecek ve oyuncaktı o dönem şartları içinde.
Lezzeti anladık ta eğlenceli kısmı ne diyeceksiniz ki anlatayım. (Zaten yazının temasının fitilini ateşleyecek mevzu orada gizleniyor.)
Eğlenceliydi çünkü ben ve diğer çocuklar kâğıt bardağın ağzını açar yanında verilen plastik çokomel kaşığıyla leblebi tozunu kaşık kaşık ağzımıza doldurur, ardından birbirimizin yüzüne doğru "Elif Elif" diye ünlerdik ki leblebi tozu "Elif" nidasının sonundaki "F" harfinden imkân bulup yüzümüze, gözümüze, etrafa saçılır, çocukluk halimizle bu duruma pek güler dakikalarca kikirdeşirdik.
"Elif" kelimesiyle ve özelinde "F" harfiyle aramdaki ünsiyet o zaman başladı diyebilirim. Ne zaman bir "Elif" görsem aklıma leblebi tozu, çocukluğum ve "Elif Elif" diye masum kikirdeşmelerimiz gelir.
Akıl baliğ olduktan sonra "Elif"i ilk kez sanırım lise yıllarındaki edebiyat derslerinde öğretilen şiir seçkileri içinde, Karacaoğlan'ın gönlünden dökülen mısralarda buldum.
İncecikten bir kar yağar
Tozar elif elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer elif elif diye
Sonraki zamanlarda Karacaoğlan'ın "Elif"i bir anlamda da yedinde taşıdığı "F" harfinden kuvvet bulup yağan kar tanelerinin ne denli ince yağdığını tarif etmek maksadıyla aynı çocukluğumuzdaki incecik ve un ufak olmuş leblebi tozunu en iyi bu nidanın etrafa tozuttuğunu, en ince partiküllere pay ettiğini bilmemizdeki gibi, kar tanelerinin de ne denli ince olduğunu ve ancak ve bilhassa "Elif" diye diye tozuyacağına hükmettiği düşüncesi aklıma geldi.
Akla da gönle de şiire de şiirin çok anlamlı ve çok katmanlı oluşuna da şiirin zihinde bıraktığı imgelerin sadece okuyucunun uhdesinde olan bir biriciklik durumu olduğu bilgisine de inandığımdan hayranlığım ve "F" harfinin büyüsünü çocukken taşıdığımız gibi Karacaoğlan'ın deyişine koyduğunu düşünüp çocuk halimdeki gibi kikirdemesem de "Elif"e, Karacaoğlan'a, leblebi tozuna, hayata, çocukluğuma nazar edip tebessüm ettim.
F harfi kelimelerin ve bilhassa özel isimlerin ziyneti gibi yer aldığı ismi şiirsel bir estetiğe sokuyor düşüncesindeyim. Kişi isimlerinde bilhassa sonda ve ismin içinde yer tutan "F" harfleri o isme okunuşunda ve zihnimizde beliren estetik duyuşta çok sıra dışı bir etki bırakıyor. İsmin sonunda yahut içinde olanlara örnek olarak mesela ilk önce aklıma gelen tabii ki Elif. Bunun yanında Yusuf, Arif, Müfit, ilk aklıma gelenler. Sadece isim değil daha birçok sıfat ve kavramda da çeşitli güzel örnekler bulabiliriz.
Elife gelince...
Kıymetini, bağrında ölüm değil hayat veren bir hançer gibi taşıdığı "F" harfinden almaz sadece elbette Elif. Elif için çokça yazılar yazılmış, çokça deyişler atılmış, çokça deyimler oluşmuştur tarih boyunca. Elif’in tasavvuf literatüründe, anlamlar ve semboller dünyasındaki yerini ifade sadedinde Koca Yunus'un bir şiiriyle kıymetini teslim etmiş olalım:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.