Kış mevsiminde akşam sokaklar daha çabuk boşalıyor.
Dışarıda geçirilen vakit, zaruretten dolayı bir vakit geçirme doğal olarak. Herkes işini, mesaisini, alışverişini halledip evine atıyor kendini. Ev çünkü sığınağı, barınağı, korunağı oluyor.
Yanan bir kuzinenin başında insanlar birbiriyle ilgileniyor, sohbet ediyor, çay içiyor, mayışıyor, uyukluyor.
Çünkü sıcak, soğuktan kaçanlar için gülümseyen bir kucak...
Sıcak, soğuktan kanı donan insan bedenini okşayan bir şefkat eli ve bir payda (soba) etrafında toplayan bir gerçek.
Peki ya sıcak bir yaz mevsiminde serin bir klima yahut gölgelik bir alan aynı şekilde insanları birbirine yaklaştırır mı? Bence hayır.
İkisinde de kalıbı dinlendirmek, hoşnut kılmak olsa da; insan insana ancak bir ocağın harlı alevinin nezaretinde yaklaşıyor. Onunla dertleşiyor, ünsiyet kuruyor.
Yazın kaçılan gölgelikler içsel bir rahatlama ve huzur notasında gezinilen bir klavye perdesi olamıyor.
Çünkü yazın sıcağından bunalanlar daha hazsal ve bireysel bir amaçla karşılıyorlar serinliğin vaadini.
Sıcaksa bir kovuk, bir rahim; sokulduğumuz bir koyun gibi şefkati, vefayı, biz duygusunu emziren, büyüten, yeşerten bir yüksek irtifa.
Bu “biz” duygusundan kastım tabii ki sadece aile en fazla sevgili, yaren, yoldaş ilavesiyle genişleyebilen mütevazı, güzide ve dar bir halkadır.
Soğuk bir yönelime sokar insanı eskilerin veche dedikleri şey. Fiziki olarak bir tarafa yönelmek duygularımızı da etkileyen ve bedenimizin yönelimine paralel yönelimleri davet ediyor ve beden zihin arasında bir ahenk oluşuyor.
Bir sobanın yahut ocağın başına biriken insanlar sobanın hatırına birbirine de yaklaşıyor ister istemez ve ateş görkemli bir ağaç gibi yakınlığıyla kuşatıyor, uzaklığıyla mahrum bırakıyor vaadini.
Özgünlüğün, sıra dışılığın marjinalleştiği çağımızda her şeyin bir potada homojen ve tektipleştiği sıradan ve vasatlaştığı vakıasına evlerimizin ısıtması ve aydınlatmasında da şahit oluyoruz.
Her köşe aynı oranda ısınmış her yer mebzul miktarda aydınlatılmıştır.
Bir yer daha fazla aydınlık olsa ışığı görüp herkes o tarafa yönelecek bir yer daha ziyade ısındığında herkes ellerini ovuşturup ısınmak saikiyle oraya yönelecek, yan yana sırt sırta kümelenecektir.
Fakat buna imkan vermeyen led ışıklar, buna fırsat vermeyen ısınma tertibatları kişinin korunağında yöneleceği bir uzlet köşesini ya da şöyle diyelim; bir cazibe köşesini yok ediyor.
Cinsiyetsiz cinsellik gibi, kişiliksiz kişilik gibi yokluğun içinde varlığı arama ahmaklığımızı cilalayan şeylerle uyumlu olan tablomuzun bir parçası nihayetinde.
Bu işin buraya varacağından bîhaberdik.
Ve o iş buraya vardı.
Artık ders çalışsın diye hususi yakılan gaz lambaları yok, artık üstünde ibrik kaynayan, dibinde bağdaş kurduğumuz maşangalar da yok.
Rağbet ettiğimiz ne bir ışık ne de bir ısı kaynağı var, yönümüzü bulabileceğimiz bir belirtecimiz de yok.
Bu kaynakların en kadimi olan güneş bile artık yan binadan, ön binadan ötürü odamıza misafir olamıyor.
İnsan evladı olarak bizim kurduğumuz tertibatlar da kalıbımıza hizmet etmenin ötesinde bizi birbirimize yaklaştırmıyor.
Üstüne üstlük yalnızlığımızı daha da perçinliyor.
Aydınlanan sadece gözlerimiz, eşyalarımız; içimiz aydınlanmıyor. Isınan sadece vücudumuz; yüreğimiz ise daha da üşüyor.
Kaybettiğimiz değerlerin yokluğuna ağıt yakmaktan öte söylemek istediğim bizi kayıtsız kılan, hislerimizi yok eden, mimiklerimizi tıraşlayan gidişat…
Kötülüğü kavramsal olarak kabul etmemiz ama o sıfatla nam salan bir fani olan kendimize yakıştıramayışımız...
Artık iyiliğimizden çok kötülüğümüz daha belirgin.
Tek başına yapıp ettiklerimizden çok yapmadıklarımızdan dolayı kötüyüz.
Dondurma kamyonunda unutulmuş çocuk gibi insanlığımız ölmüş ama şekli bozulmuyor.
Allah iyiliğimizi versin…