İnsan karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında kararlarını bilgisi, tecrübesi ve muhakemesi nispetinde kendisi için faydalı olacağı minvalde alır.
Bu karar alış sonrasında nihai olarak demirlediği görüşünü tahkim edecek, destekleyecek görüşleri de benimser. Onları da asıl sabite kabul ettiği, gemi misali demirlediği yerin sağına soluna payanda olacak filikalar şeklinde konumlandırır.
Onun için aslolan başlangıçta karar kıldığı görüşün yıkılmamasıdır.
"Muhafaza ettiği düşüncenin sağlamlığını bir deneyin bakalım! " deyip de mindere sürüp onun yenilme ihtimalini göze alamaz.
Neden alamaz? Çünkü o, dayandığı fikre kendisi de dayanmıştır ve o yıkılırsa kendi de yıkılacak, en azından sarsılacaktır.
Sürekli düşüncesini irdeleyip ekleme ayıklama gibi radikal düşünsel bir serüven korkutur insanı.
Böyle olunca da düşüncenin kölesi olmak başlar. İdeolojiler, totemler, partizanca ve cemaatçi tutumlar hep bu köleliğin kurumsallaşması minvalinde gerçekleşir.
Hep bir tahkimat, hep bir payanda tedariği, hep bir korumacı refleks...
Büyük yalanların bir süre sonra inanç haline gelmesi gibi hurafelerle örülü bir ön yargılar dünyası kurulmuş olur.
Bu yapıyı öyle ya da böyle bozma ihtimalini taşıdığını gördüğü her kişiye de aşağılayıcı ithamlarda bulunup onu kendinden uzaklaştırır.
”Önce donunuzu bağlayın da ondan sonra konuşun/ Senin yaşın kadar benim güttüğüm koyun var/ Biz bu sakalı değirmende ağartmadık/ Biz bu işe pazartesi başlamadık/Büyümüş de bize laf yetiştiriyor haspam/ Sen önce bi askere git gel ondan sonra konuş" tarzı gündelik hayatta duyduğumuz lafazanlıkları layık görür karşısındakine.
Amaç kendini yüksek bir mevkiye koymaktır. Kendisini yüksek bir mevkiye koyamadığı noktada ise karşısındakini küçük bir yerde konumlandırıp böylece aradaki makası mümkün olduğunca açmaktır.
İçi boş ve bir sokak köpeğini elinde sanki ona fırlatacak bir şeyi varmış gibi yapıp korkutmaya benzeyen hareketlerin söz ile tavır ile sarfedilişinden başka bir şey değildir esasen bu.
Köpeği korkutup kaçıran kişinin avucunda sakladığı bir taş olmadığı gibi onun da karşıt gördüğüne fırlatacak bir mühimmatı yoktur. Zira bizi körelten, özgürlüğümüzü kısıtlayan, düşüncemizi hizaya sokan, köleleştiren, sorgulama yetimizi hadım eden bu tutumun yanında bir de mensubu olduğumuz partinin, cemaatin, ideolojinin kurumsal üst yöneticilerinin de bir süre sonra kendini bizim edilgen tutumuza paralel şekilde bir atalete sokması da söz konusudur.
İki kere iki dört ettiği halde bünyesindeki topluluğun bunun aksini iddia etmesi karşısında, “Hayır iki kere iki dört etmez!” diyemese de dışa karşı en azından iki kere iki dört eder sözünü söylemekten kaçınan bir temkinliliğe bürünür.
Bu karşılıklı birbirini besleyen cehalet bir kitleyi oluşturan topluluğun giderek sahada niteliksizleşmesini, dolayısıyla zaten sorunlu bir topluluğu ifade eden kitleden daha da beter bir kütle vasfına kavuşmasına varır.
Mevcut bilinenler kütlenin sosyoloji ile anlaşılamayacağını, suyun kaynama noktası gibi ancak kimya ve fizik bilimi ile anlaşılabileceğini bize söyler ki beşeriyetten insanlığa evrilen toplumun tekrar beşeriyete ordan da biyolojik bir canlı olmaktan fazla bir anlamı olmayan bir yapıya dönüşmesine neden olur.