Şehre bigane köylüler... Köyden bihaber şehirliler…
Geçenlerde bir arkadaşım “Köylü köyün cefasını sürüyor, köyün sefasını sürenler köye şehirden gelip yerleşen emekliler.” dedi.
O öyle deyince ben de tersten düşündüm. “Acaba şehrin sefasını sürenler de şehre köyden gelip yerleşenler mi?” dedim kendi kendime ama hayır cevabını da verdim zihnimden geçen cümle bitmeden.
Kim bir diyara rızık endişesinden vareste giderse o orda elbette eğlence, dinlence bulur ama kim bir diyarda nafaka temini için gündüzünü geceye katık yapıp mücadele içine girerse o kişi de iflah olmaz bir dalgınlık ve hırs çemberine girer… Köyde olsun şehirde olsun dinlenmekten ancak koltuk, divan, yatak, battaniyeyi anlar en fazla…
Bulunduğumuz ortam şehirli ya da köylü olsun artık hiç fark etmiyor, herkes ortak bir kültürün temsilcisi. Herkesin zihni avam zevklerle bezeli.
Sadece kimisi oyunda havlu atıyor depresif ya da ayrıksı ilan ederek kendini.
Kendini depresif ilan edenin pek sorumluluğu yok gibi tedavisini uygulamaktan başka, peki ya kendini ayrıksı ilan edenler?
Onlar kendi çizdikleri kalın çizgiyi aşmamayı kendilerine belletmişler. O çizgiyi bile isteye kendileri çizdiklerinden pişman da olsalar ihtimamla koruma kararlılığındalar hudutlarını.
Ayrıksı olan beklentisiz olduğu için kandırması zordur. Ayrıksı olana vaat edecek bir şeyimiz yoktur.
Ayrık otu vardır. Eskiler ‘hudayinabit’ derlermiş. Hatta bu isimde güzel bir şiir kitabı da var; ki bana göre bir şiir kitabına koyulacak en hoş isim gerçekten de ‘hudayinabit’.
Zira şairler de şiirleri de bir anlamda ayrık otudurlar. Sebat mı inat mı ayırt etmesi zor bir huyla direnirler.
Kaldırım taşlarının arasından çıkan ayrık otunun gıdası yalnızca yağmur suyu ve insanların ilgisizliğidir. Şairler de dışlanarak, şımarmayarak ve ilgisizliğe maruz kalarak kazanırlar ayrık otu olma payelerini.
Ama umut onların kızıl elmasıdır. Yine de umut ille de umut demek için umutsuzluğun en orta yerinden fışkırtırlar şiir denen fışkınlarını.
‘Kayayı Delen İncir’ de güzel bir şiir kitabının ve de şiirin adı. O da ‘hudayinabit’ gibi iddiasızlığını iddiası yapmış ve tırnağını ojelemek için değil de bir yere hançer gibi saplamak için uzatmayı yeğlemiş anlaşılan.
“Sürüden ayrılanı kurt kapar” demişler. Eskiler herkesin ortalamaya rıza göstermesi için böyle demiş.
Evet, kurt kapar sürüden ayrılanı…
Ama ‘ayrık otu’ olmak da ‘kurda yem olma korkusunu taşıyarak’ yeni yerler görmenin adıdır.
Ve yeni yerler görerek hisse almak konforlu bir turist olmakla değil korkusunu ensesinde taşıdığı halde yılmadan ayrıksı dünyalara gönül vermekle mümkün. Gönül hüzünle akıl sorunla cebelleşecek ki büyüyüp abi olsun.
“Kambersiz düğün olmaz” dendiği gibi her cemiyette de ayrıksı dolaşan, ayrıksı düşünen, ortalamaya rıza göstermeyen ve bunun bedelini en hafif tabirle hafife alınmakla ödeyen insanlar vardır. Adem evladı da onlara burun kıvıra kıvıra bir şeyler öğrene gelmiştir hep. Adem evladının enaniyeti burun kıvırmayı gerektirir ama tabula rasa* burun kıvırmaz, koklar, yalar tutar, hazmeder her ne varsa.
Tabula rasa: Filozof Johne Locke’nin ortaya attığı ‘boş levha’ önermesinin adıdır. Buna göre insan zihni doğuşunda boş bir levhaya benzer, yaşamı içerisinde o levhayı deneyimleri ve yaşadıkları ile dolduracaktır.