Hayattaki tek dayanağı olan eşinin vefatıyla yalnız kalmış, pervasız kişiliği, nobran tavrı, başkalarından farklı önemseyişleri ve itiraf etmediği yenilmişlikleriyle şehirde tutunamamış, yaşı da 70’i devirince beraberinde sağlığına tebelleş olan hastalıklarını da bohçasına kıstırıp kırsala yerleşmiş bir ablamızdı Arzu Abla…
“Ablamızdı” diyorum çünkü içten içten kendisine teyzeden ziyade abla denilmesinden hoşlanıyordu. Yaşayamadığı kadınlığını hatırlamak ister gibi sanki.
Cilt kanseriydi. Astım, tansiyon, kalp, kolesterol ilaçları kullanıyordu. Mide yangınlarını kendisini rahat bırakmıyordu. Ucuz tütün içiyordu. Söndürüp söndürüp tekrar yakıyordu. Odasının perdeleri kesif dumandan mamuldü, tül kumaşların aksine.
Yaşına uygun alıştığımız kıyafetleri giymiyordu. Dizlerine kadar giyilen, tek bir kumaştan, gecelik gibi tuhaf bir entari ile bahçesinde gezinirdi. Ömrünün kalanını geçirmek için Ege’nin bir köyünü (Kozak-Yukarıbey) seçmiş, müstakil bahçesinde ekşi erik ve kiraz ağaçlarının olduğu mütevazı küçük bir yer evine yerleşmişti.
Yeni komşuları ve köylülerle ilişkileri olumsuz bir iki deneme yanılma sonucunda kesilmiş, umum tarafından geçimsiz bir insan olarak yaftalanmıştı. İnsanlar da kendine göre haklıydı.
Ama işte şartların cilvesinden herhalde ablamız da farklıydı. Tahammülü zor bir farklılık, geçinmesi zor mizacını inatla, sebatla sürdüren bir yapıdaydı.
Dinlemekten çok anlatmak isteyen, ummadığınız şeylere gülüp ummadığınız şeylere kızan, şehre bigâne köye kayıtsız kalan bir mizacı vardı.
Denemek isteyen, merak eden, tanımlamaya, konumlandırmaya çalışan insanların arasında denemekten sıkılmış, insanlara dair merak ve ilgisi yok denecek kadar az bir bakışla karşılıyordu her doğan gününü.
Gök kubbeden sanki ayarlanmış bir vazife gibi kısa zaman içinde yapabileceği en güzel rolü oynamaya başladı: "hayvanları sahiplenmek”
Hayvanlar deyince köyde yozarmış, şehirden getirilip atılan köpekleri, kedileri kastediyorum.
Bakıma, ilgiye muhtaç başıboş hayvan çok olduğundan, kısa zamanda irili ufaklı, hastalıklı, marazlı, genç, yaşlı epey hayvan en azından yemek öğünlerinde evinden, bahçesinden, kapısının önünden ayrılmaz olmuştu.
Bu hayvanların hepsinin ortak özelliği yalnız, sahipsiz, güvencesiz, hastalıklı, yaralı, marazlı oluşlarıydı.
Hepsi gözlerini ablanın gözlerinden ayırmıyor, kuyrukları trampet, mideleri zil çalıyordu.
Ablamız da kendilerini sabah, öğle, akşam muayyen zamanlarda doyuruyor, sair zamanlarda da su içmeleri için duvar diplerine koyduğu yoğurt kovalarının eksilen sularını tamamlıyordu.
Hastalanan kedileri tedavi için veterinerlerin telefonlarını aralıksız meşgul ediyor, bazen de eczaneden aldığı çocuk şuruplarıyla kendince tedaviler uyduruyordu.
Kıyafet olarak, yiyecek olarak hep ucuz basit şeyler alıyor; haftalık şehirden ısmarladığı alışverişleri de kendisi için aldığı yoğurt, peynir, salam, kurabiye, ucuz tütün gibi harcıalem yiyeceklerden ibaret oluyordu. Geri kalan alışverişleri kediler için kırıntı et parçaları ve kemik, market sütü, bayat ekmek gibi şeylerdi.
Mütevazı ihtiyaçlarına paralel olarak oturduğu evin kirası da cüz’î idi.
Kalan parası da veterinere, tütüncüye, eczaneye, markete ve hastane maceralarına yetmese de, öbür aya borçlanarak devri daimini bir şekilde sürdürüyordu.
Köyde ölümüne kadar kaldığı aşağı yukarı 8 sene zarfında yazları da kışları da hep aynı rutin üzere devam etti yaşamı.
Kendisi hep hastalıklı, maiyetindeki hayvanlar hep marazlı ve garip, umutsuzluğu ve hayata olan öfkesi ise hep diri durdu.
Ömrünün son demlerinde artan nefes darlığına inat eder gibi sigarayı ağzından bırakmayışı, kış geceleri defalarca çağırdığı ambulansla şehre gidişleri, orada doktorlar ve hastane görevlileriyle kavgaları, günden güne sağlığının daha da kötüye gitmesi ona köyden ayrılma kararını verdiremedi.
Terk ettiği şehirdeki yakın arkadaşları, akrabaları, hayvansever aktivistler yardım için zaman zaman onu şehre geri çağırsalar da, onun için rahat huzurevleri ayarlasalar da o hem hayvanlarını bırakamadığından hem de düşkün halini kimsenin görmesini bilmesini istemediğinden teklifleri hep reddetti.
Yaşadığı yeri ve hayatını da eski dostlarından saklamak için belki de onlara hep mesafeli ve tepkili durdu.
Kapısını çalan kimseye kapısını açmadı.
Hep söylediği söz, hayvanlardan usandığı ama elinden bir şey gelmediği, bakmaya mecbur hissettiğiydi.
Etrafındaki muhtaç hayvanlar olmasaydı ölüp kurtulmayı içten içe isterdi belki de.
Bir keresinde kendisine, “Hayvanları bu denli sevmeniz ne güzel!” şeklinde bir iltifatıma; "Sevdiğimden değil, merhamet ettiğimden bakıyorum onlara." deyişi kulağımdan gitmiyor.
Evet, merhamet güzele de çirkine de yönelen adaletli bir güneşti sanırım.
Sevgi, şeker hamurundan gösterişli ışığı bir floresan lambası gibi sadece aydınlatırken; merhamet belki sevgiyi de içinde barındıran bir güneşti.
Ve ablamız yapayalnız dünyasında, o küçük mütevazı köy evinden bir gece 112’yle çağırdığı ambulansla ayrılıp ilçe hastanesine gitti ve bir daha evine dönemedi.
Dolan vadesinde son durağı acil koridorları olmuştu…
Dünyaya yaranamamış ablamızı hayvanları kaç gün bekledi kapı önünde ilçeden gelecek diye bilmiyorum ama bildiğim; yüreği çok güzel bir insandı.
Yattığı yer cennet olsun, hayatımızdan bir ‘Arzu Abla’ geçti…