Sevgi denen "hani şu eskilerin muhabbet dediği" duygu tenlere, metalara sıkışmış bir koridorda yaşıyor artık.
Suyun kabında şekil aldığı gibi sıkışık ve o koridorun şekline bürünmüş ve hatta o şekli bile koruyamamış ve kendi içine büzülmüş... Bu kalıbın dışındaki sevgiler tu kaka; bu kalıba dahil olan sevgiler bile ite kaka…
Sevgilerimiz sigara tiryakisi hırıltılı bir nefes gibi daralmış, rengi atmış, solmuş, kurumuş, içtenliği kaybolmuş, teşhir ve menfaat odaklı ve plastik bir görüntüden ibaret.
Sadece yuvamızda, sadece koynumuzda, sadece avucumuzda, sadece himayemizde olanlara yetecek bir sevgi küçülttü bizi. Onları da temsilen sevdik.
Oysa bir taşın göle atıldığında dışa doğru devam eden halkalar oluşturmasındaki tesir gibi içten dışa doğru keskinliğini kaybeden ama genişleyen, gıdasını merkezinden alıp periferisine devreden bir memba gibi olmalıydı sevgi. Çünkü doğa işini o şekilde görüyor.
Ailesini, komşusunu, dostunu, sevgilisini sevmeyen bir insanın köşedeki mendil satan çocuğu ya da her gün ekmek aldığı fırıncıyı sevmesi çok da sevse az da sevse orantısızdır ve doğal değildir. Çünkü kaynağı düzensiz ve yetersiz bir memba üstüne kurmuştur tezgâhını.
Mesela flörtlerimiz, özenti evliliklerimiz, yalnız görünmemek için avuntu dostluklarımız hep sevgi denen karton maketin ikliminde yaşandı.
"Seni seviyorum" diyemedik, utandık. Cümleyi ters çevirip "seviyorum seni" de diyemedik. "Seviyorum" diyemedik. "Sen" dedik yarım, "Ben" dedik. "Biz" diyemedik, katılaştık.
Eksikliğini hissettiğimiz şeyin ne olduğunu hatırlayamayacak kadar unuttuk sevgiyi. Sonra sevgi maketlerinden her güne raptiyeyle bir sevgi tutturduk: Anneler Günü, Sevgililer Günü, bilmem ne yıldönümü...
Raptiyelerle tutturduk çünkü onların da nasıl olsa tutturulduğu yerden düşeceğine inanıyorduk. Önemsemedik.
Aynı şekilde aynı oranda kendi özgünlüğümüzden bir şey katmadan sevdik hep. Aynı şekilde sevdik çünkü hepimiz birbirimizin aynısı olmuştuk artık zaten. Mimiklerimiz aynı, kahkahalarımız, elbiselerimiz, güneş gözlüklerimiz, espri anlayışlarımız, alışveriş yaptığımız mağazalar hepsi aynı. Kendine has meşreplerimiz yok artık. Tıpkı hızardan çıkan tahtalar gibi yekdiğerimizin aynıyız.
Bir gün Marstan başında anteni olan biyonik, mekanik varlıklar ziyaret ederlerse dünyamızı bize şaşırmayacaklar. Biz onlara bakıp şaşırmayacağız. Benzeyeceğiz çünkü onlara. Onların da bize benzediklerini göreceğiz.
"Ey dünyalılar!" diyecekler bize, "Ey insanlar!" demeyecekler. Bizim "Ey uzaylılar!" dememizdeki normallik kadar normal kabul edeceğiz hitaplarını…