Somutluklar dünyasındaki sınavlar önceden belirlenmiş tarihleri, tahmin dahilinde muhtemel çıkacak soruları ve bir engeli aşmaya ya da bir geçidi geçmeye matuf amaçlarıyla ekseriyetle iş hayatını hedefleyen bir maratonun birer köşe taşı olarak önümüze çıkarlar.
Üniversite sınavı, polislik sınavı, tıp okulu sınavı, güvenlik personeli sınavı gibi sınavlar, bu tür sınavlardandır.
Bir de öngörülmeyen, tabiatın ve toplumsal hayatın zorlamasıyla yüzleştiğimiz zamanlarda ve genellikle talihsiz bir hüviyete sahip olaylarda verdiğimiz sınavlar vardır ki, bunlar ne öncesinde duyurusu yapılmış ne de nasıl olacağı, nasıl yapılacağına dair pratik bir hazırlığı olmuş sınavlardır.
Yaşlı annesinin bakımını üstlenen evlat, annesinin görülecek hizmetleri ile alakalı bilgileri annesine bakarken edinir ve annesine gösterdiği hizmet, hürmet ve vefa nispetinde sınavı kazanır yahut kaybeder.
Hiç kimse annem, babam vesaire ileride yaşlanacak ve ben onlara bakacağım düşüncesiyle konu ile ilgili bir kursa katılmaz, yazılı görsel materyalleri taramaz, bilgi edinmek ya da opersyonel olarak bir şeyleri öğrenmek adına bir çaba içerisine girmez.
Bu anlar gelip çattığı zaman konuya eğilir, eksiklerini giderir, vefasını gösterir yahut göstermez ama bütün bu olan biten o anda spontane olarak gelişir. Bireysel olarak baş başa olduğumuz rutin dışı bu tür konulardaki hazırlığımızın olmayışı bir derece absorbe edilebilir ve kervan yolda düzülür mantığıyla hazırlıksız karşılanabilir hayat akışı içinde.
Bir de gelip gelmeyeceği daha da muğlak olan ve topyekûn bir toplumu etkisi altına alacak olan savaş, deprem, sel gibi hadiseler vardır. Bunları da olduğunda görürüz, yaşarız, vaziyet alırız ve acıyı asgariye indirecek bütün çabaları el yordamıyla o an gerçekleştiririz maalesef.
Hayatımız tabiatın, bütün yerkürenin soluk alış verişlerinin kucağında sığ bilgi ve tedbirlerle yuvarlanıp giderken hayatın akışı içerisine uykunun en derin ve en tatlı yerinde bir gürültü, bir korku, bir yıkım yaşanır ve ertesi günün sabahında birimiz bu olayın canlı şahidi, birimiz ise şehidi oluverir.
Havsalanın almayacağı büyüklükte bir ölüm kalım anını yatağında karşılayan savunmasız insanlar ölürler, yaralanırlar, mallarından, canlarından, yakınlarından olurlar.
Böyle zamanlarda öğrenilmiş kalıp taziye ve teselli cümleleri vardır ama sözler yaraları sarmaya yetmeyecektir. Betonun, taşın altında kalan insanlar için diğerlerinin de, mecazî anlatımla taşın altına ellerini hatta tüm mevcudiyetlerini koymaları gerekir.
Devletin vazifesi, milletin vefası ve diğerkâmlığıyla dengelenmeli, zor günler zor sınavlardan güçlü iradelerle karamsarlıktan uzak ceht dolu gayretlerle çıkılmalıdır.
İnsanın iyi yönü ile kötü tarafı beliren felaketlerdeki irticali karar alış ve eyleme döküşleriyle belli olur ki bu içten gelen ve iyilikle kötülüğün hangisinin birbirine galebe çaldığının ortaya çıktığı tabii ve insani dışavurumlardır.
Millet olarak insani ve vicdani planda bu felaketle iyi bir sınav verdiğimizi söyleyebiliriz. Her ne kadar yağma, talan, hırsızlık gibi gayri insanı tavırlar da görüldüyse de insanımızın geneli anlamında bir kötü sınav verilmemiştir. İnsanımız merhametini ve kardeşlik hukukunu devreye sokmuş, oradaki mağdur kardeşlerimize vazifesini yapmıştır. Devlet ve diğer kamu-özel-tüzel kuruluşları da kurumsal hizmetlerini eksileri artılarıyla yerine getirmiştir genel olarak.
Devletin vazifesini ne derece yerine getirdiği konusu ise partizanlaşan ve kamplaşan medya vasıtalarının uhdesinde muğlaklaşmış ve bazen maksadı bağcı dövmek olan tarafgirliklerle bazen maksadı bağını sormadan üzüm yemek olan tarafgirlikler arasında seyreden bir salıncağın yörüngesini takip etmiştir.
Göçebe bir topluluğun "Alışmamış …te don durmaz" lafı gereğince bin yıldır sakini olduğu topraklarda halâ bir çınar ağacı kadar muhkem bir yerleşiklik ve oturaklılık kültürünü edinememiş olması her şeyin sathi ele alındığı, şehirleşme ve konut politikasında da sathi bir yol izlediğinin ispatı gibidir.
Türk tiyatro tarihinin meşhur oyunu Lüküs Hayat'ta söylenen şarkıda "Şişli'de bir apartıman yoksa eğer halin duman" deyişinden bu yana zihniyet ve keyfiyetten ziyade ziynet ve kemmiyetle işi kotarma kolaycılığını alışkanlık edinen yeni medeniyet anlayışımız zaten belli olan sınav sonuç kağıdını bu depremle almıştır.
Medenileşme, şehirleşme yani yapılaşma konusundaki karnemiz kötüdür. Başımıza gelen depremden canlı cansız bedenler çıktığı gibi hakikati tokat gibi yüzümüze vuran nice dersler de çıkmıştır.
Bu işin kabahati kimin üzerinde? Devlet ve kurumları mı, belediyeler mi, müteahhitler-inşaat mühendisleri mi, vatandaş mı? Bu soruların hepsi yakar top gibi atanın çok tutanın yok olacağı ve suçu ortadan kaldırmaya değil de suçluyu ortadan kaldırmaya matuf pansuman tedbirleri işaret eden kolaycı ve sığ yaklaşımlardır.
Kapitalizme ve demokrasiye sonradan eklemlenmiş ve kendine özgü milli bir medeniyet tasavvuru yürürlüğe koymamış bizim gibi Doğu toplumları, kapitalist ekonomiye uyumlu bir endüstri ve şehir toplumunu zahiri olarak inşaa etse de zihniyet anlamında halâ ne öykündüğü Batı toplumunun hukuk ve kanun devletine kavuşabilmiş ne de kendi medeniyet tasavvurunu doğuracak olan iç dinamiklerini özümseyip hayata geçirebilmiştir.
İki arada bir derede kalan devlet ve toplum, coğrafyasının da etkisiyle yamalı bohça misali Doğulu ile Batılı karakterini içselleştirmeden, bundan bir terkip meydana getiremeden duruma göre vaziyet alan, günü kurtaran bireysel ve kamusal politikaların rüzgârıyla uçurtmasını uçura gelmiştir.
Her duruma uyacak bir anahtarı olmayan millet, gelecek yeni durumun nasıl olacağı korkusunu ve tedirginliğini hep içinde taşımış ya da ‘geldiğinde düşünürüz bir şeyler’ şeklindeki teslimiyetiyle kendini bilmeden geleceğin acılarını bina ederken bulmuştur.
Kamuda olduğu kadar sosyal hayatın içinde de vaziyeti idare eden ama bir merhem olmaktan, çıkar yol bulmaktan, katma değer üretmekten uzak vaziyet alışlar ne gol yiyeyim ne gol atayım, ortalarda göğsümde top sektireyim diyen bir politikayı takip edegelmiştir.
Geçmişte idare-i maslahat denilen kavram bugün sadece devlet ve diğer resmi-özel kurumlarda değil halkın içinde de tutum ve davranışlara yön veren bir kültür halini almıştır.
Nereye gideceğini bilmeyen rotasız bir gemiyi yanlış sulara açılmakla suçlayamayız.
Rotayı denizin, menzilin ve gemideki tayfanın durumuna göre belirleyen bir nomos üretmez ve bir kimlik inşa edip toplumca üzerinde hemfikir olamazsak, beklenmeyen kazanımlarla şımarıp beklenmeyen afetlerle kahrolan bir toplum oluruz.
Bir şehrin yaşanılır bir şehir olması için gerekli iklimi toplum devlet eliyle vücuda getirecektir, eğer ki bir rotası ve kimliği olursa…
Tabi ki, bu durum, yöneten yönetilen arasında bir karşılıklı beslenme ve empati şartına da bağlı.
Depremi takip eden günlerden bir akşam bir televizyon kanalında deprem bölgesini helikopterle kuş bakışı görme imkânı bulduğunu söyleyen bir TV yorumcusu, yukarıdan bakıldığında sağlam çatılar gördüklerini oysa yere indiklerinde gördükleri çatıların tamamen çökmüş binalara ait ve üzerinde bir bütün olarak duran çatıdan ibaret bir yanılsama olduğunu, kuş bakışı manzara ile aşağıda karşılaşılan manzaranın farklılığını ifade ediyordu.
Bu örnekteki gibi toplumun her katmanı ve her sorununa dair intiba keşif ve tespitlerde yukarıdan bakıldığında manzara yanıltıcı olabilir ve dolayısıyla yanlış enformasyon, yanlış politikaların üretilmesine zemin oluşturabilir.
Topluma dair her şey hem yukarıdan hem aşağıdan bilgi ve değer transferiyle beslenmeye muhtaçtır.
Karşılıklı sorumluluk duygusu, birbirimizi anlama çabası ile kıvama gelecek olan kurallar kurumlara aktarılır ve kimliğimiz, rotamız tayin edilirse ancak bu millet güzel bir yerlere gelir.
Rotası ve kimliği olan bir toplum ise tedbiri de takdiri de içselleştirecek, tekbiri ise hem sevinç de hem matemde bayraklaştıracaktır.
Deprem dolayısıyla hayatını kaybeden tüm kardeşlerimize Allah'tan rahmet, geride kalanlara sabır ve şifalar dilerim…